Yeni Anayasa

Türkiye yeni bir anayasa yazımı sürecine girdi. Yeni bir anayasa, devleti ve toplumu yeniden tanımlamak, temel siyasal tercihleri yeniden yapmak anlamını taşır. Anayasa yapımı o nedenle bir ulusun yaşamında önemli bir dönüm noktasıdır.

Günümüzde anayasaların iki temel işlevi var: Bir yandan siyasal iktidarı hukuk devleti aracılığı ile sınırlamak, öte yandan temel hak ve özgürlükleri güvence altına almak. Demokrasilerde, her zaman bir siyasal partinin seçim yoluyla siyasal iktidarı ele geçirmesi ve bunu kendi siyasal amaçları için kullanarak demokratik olmayan baskıcı bir rejime kayma olasılığı mevcut. Anayasalar işte bunu engelleyen yapısal ve kurumsal düzenlemeleri yapar.

Anayasa elbette sihirli bir değnek değil. Bir ülkede demokrasi için gerekli koşullar yoksa, yani demokrasi kültürü yerleşmemişse ve demokratik kurumlar oluşmamışsa, anayasa tek başına bunu sağlamakta yetersiz kalabilir. Buna karşılık, demokrasi için elverişli koşullar mevcutsa, anayasa nasıl olursa olsun o ülkede demokrasi yaşamını sürdürür. Ancak, bir de üçüncü bir seçenek var: Türkiye gibi demokrasinin koşullarının bir bölümünün bulunduğu, bir bölümünün ise bulunmadığı, demokrasi kültürünün gerçek anlamıyla yerleşmediği, “hybrid” (melez) ülkelerde, anayasa daha önemli bir işleve sahip. İyi bir anayasa, demokratik kurumları sağlamlaştırıp, demokrasiyi ileri götürebilir. Farklı toplumsal kesimlerin birlikte yaşamasını sağlayacak bir çerçeve oluşturabilir. Buna karşılık, kötü bir anayasa demokrasinin çökmesine yol açabilir.

Türkiye’nin gerçekleri bakımından kötü bir anayasanın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

Siyasal iktidarı sınırlamaktan çok onun amaçlarına hizmet eden bir anayasa,

Türk toplumundaki etnik, dinsel farklılıkları görmeyen tek tip bir ulus devlet anayasası,

Hukuk devletini sağlam güvenceye bağlamayan bir anayasa,

Devletin ideolojik tercihlerini yansıtan bir anayasa,

Temel hak ve özgürlükleri korumakta yetersiz kalan bir anayasa,

Güçler ayrılığı ilkesini güvenceye almayan bir anayasa, kötü bir anayasadır.

Türkiye’nin yeni bir anayasa yapımı sürecine girmesi birkaç temel gereksinimden doğmuştur. Bunların başında 1982 Anayasası’nın doğurduğu sorunlar geliyor. Askeri yönetim döneminde yazılan 1982 Anayasası o dönemin ruhunu yansıtıyor. Otoriter, devleti bireye karşı koruyan, tek tip bir ulus devlet anlayışına sahip bir anayasa ve buna uygun olarak çıkarılmış yasalarla Türkiye’de çağdaş bir demokrasinin gereklerini yerine getirmek olanaksız. 1982 Anayasası’nın sonradan pek çok kez değiştirilmesi ise bir yandan anayasaya egemen olan otoriter zihniyetin izlerini silemedi, öte yandan onun bütünlüğünü bozdu. 1982 Anayasası toplumun beklentilerini karşılayamadığı gibi, çağımıza egemen olan küreselleşmenin gereklerine de ayak uyduramıyor. Ancak, bu sadece 1982 Anayasası’nın değil, aynı zamanda o dönemde çıkan ve pek çoğu bugün de yürürlükte olan yasaların doğurduğu bir sorun. Bu nedenlerle sadece 1982 Anayasası’nın yerine geçecek yeni bir anayasa değil, aynı zamanda 1980 darbesinin ürünü olan tüm yasaların da değiştirilmesine gereksinim var.

Yeni bir anayasaya duyulan gereksinimin bir başka nedeni de şu: Türkiye’de bugün seçimle iş başına gelen bir iktidar bulunmasına rağmen ülkemizdeki rejimin adı “demokrasi” değil. Yabancı gözlemciler, Türkiye’yi demokrasi ile yönetilen ülkeler arasına değil “hybrid”, yani “melez” ülkeler kategorisine sokuyor. Tüm gücün, tüm erklerin tek bir elde toplandığı, özgür bir basının bulunmadığı, yargının siyasal iktidara ya da dinsel cemaatlere tabi olduğu bir ülkede, gerçek bir demokrasiden söz etmek güç. Yeni bir anayasa bu içi boşaltılmış demokrasiyi yeniden kurmak için gerekli. Anayasa sözcüğünün İngilizce ve Fransızca’daki anlamı “kurmak” (constitution). Türkiye’de demokrasiyi yeniden kurmak için yeni bir anayasaya gereksinim var.

Anayasaların yapım süreci kimliklerini de belirler. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana anayasalar askeri darbeler ya da bürokratik çabalar sonucunda yukardan aşağıya doğru yapılmıştır.

İçinde bulunduğumuz yeni anayasa süreci ilk kez bize halktan gelen taleplere dayanan, aşağıdan yukarı demokratik bir anayasa yapma olanağını veriyor. Demokratik bir anayasa için bir yandan uzlaşıcı, öte yandan katılımcı bir süreç gerekli. TBMM bünyesinde kurulan ve Meclis’te grubu bulunan dört siyasal partinin, sandalye sayılarına bakılmaksızın üçer milletvekili ile eşit temsil edildiği ve Meclis Başkanı’nın başkanlığı altında toplandığı Anayasa Uzlaşma Komisyonu, uzlaşıya dayanan bir anayasa yapma amacına uygun bir yapı. Bu Komisyon’un belirlediği usullere göre, komisyon bütün kararlarını görüş birliği ile alır. Komisyon’da kabul edilen tasarının sonradan değiştirilmesi durumunda da dört partinin onayı gereklidir. Bu ilkeler bir uzlaşı sağlanmasına hizmet eder. Yeter ki kurulan bu yapı işlesin ve siyasal partiler taahhütlerine sadık kalsın.

Öte yandan, Uzlaşı Komisyonu altı ay boyunca sivil toplumun her kesiminin anayasa konusundaki yazılı ve sözlü görüşlerini aldı. Yaklaşık her hafta sonu Türkiye’nin değişik bölgelerinde toplantılar yaptı. Yoğun bir ilginin gösterildiği bu toplantılarda anayasa ile ilgili konular tartışıldı, vatandaşlar görüşlerini açıkladı. Böylece, Uzlaşma Komisyonu’nun elinde önemli bir veri deposu oluştu. Anayasa’nın ilk taslağı oluştuktan sonra, bir kez daha halka gidilecek. Taslak ile ilgili görüşleri sorulacak. Metin TBMM’de kabul edildikten sonra da referanduma sunulacak.

Kabul edilen bu yöntem, “yeni bir anayasayı kim yapar” ya da “TBMM’nin asli kurucu iktidar olarak yeni bir anayasa yapma yetkisi olup olmadığı” sorusunu da yanıtlıyor. Anayasayı yazma görevi TBMM’de grubu bulunan dört siyasal partinin temsilcilerinden oluşan bir Komisyon’a verilmişse, bu komisyon anayasayı, bütün toplumsal kesimlerin katıldığı, onların görüşlerinin dikkate alındığı, halkın kurucu iradesinin yansıtıldığı bir süreç içinde onu yazıyorsa, başka bir deyişle bu sürecin her aşamasında halk işin içindeyse, yeni anayasanın yazılmasında bir meşruiyet sorunu olmadığını düşünüyorum.

Halktan gelen görüşler, Anayasa Uzlaşma Komisyonu bakımından çok değerli bir veri deposu oluşturdu. Bunun yanında uluslararası alanda bir anayasa birikimi var. Bu birikim de Uzlaşma Komisyonu için önemli bir esin kaynağı.

Bütün bunlardan çıkan sonuç şu: Demokratik, özgürlükçü, uzlaşı ve katılıma dayanan bir anayasa yapmak için gerekli altyapı hazır. Sağlam bir temel atıldı. Şimdi sorun, bu temelin üstüne binayı oturtabilmek. Bu da Anayasa Uzlaşma Komisyonu ve ona katılan dört partinin görevi.

Dört siyasal partinin de farklı dünya görüşlerine sahip olması ve kendi görüşlerinin anayasaya yansıtılması için çaba harcaması doğal. Bu farklı dünya görüşlerine dayanan madde taslakları arasında bir uzlaşı sağlamanın kolay olmadığı da ortada. Ancak burada önemli olan, dört siyasal parti arasında bir amaç birliği bulunup bulunmadığı. Başka bir deyişle, dört partinin de 1982 Anayasası yerine geçecek, özgürlükçü, bireyi odak alan, çoğulcu, evrensel normlara uygun bir anayasa yapmak amacı üzerinde birleşiyor mu? Böyle bir amaç birliği varsa, o zaman dört partinin temsilcileri Uzlaşma Komisyonu’nda ciddi bir müzakere ve uzlaşı zemini bulabilir.

Bunun için dört partinin temsilcilerinin ortak bir amaca sahip olduğu konusunda birbirlerine güven duyması önem taşıyor. Bu güveni ortadan kaldıracak davranışlardan kaçınılmasına, tersine bu güveni oluşturacak davranışlarda bulunulmasına gereksinim var.

Bu konuda iktidar partisine daha büyük bir rol düşüyor. Muhalefet partileri kendi başlarına yeni bir anayasa yapamaz ama iktidar partisi, biraz çabayla kendi anayasasını yapabilir. Ancak bu tercih, demokratik, uzlaşmaya dayalı bir anayasa ortaya çıkarmaz. Olsa olsa iktidar partisinin amaçlarına hizmet eden, dayatmacı bir anayasa olur ama iktidar partisinin bu olanağı var. Anayasa yapım sürecinde iktidar partisine düşen görev, bu yolu tercih etmediğini açık biçimde göstermek. Siyasal partiler arasında güven ortamı ancak böyle kurulabilir.

Yeni anayasanın çağdaş, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa olması için iki temel koşul bulunuyor.

Bunlardan birincisi şu: Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye de çok kültürlü bir toplum. Kültürel farklılıkların kimliksel farklılıkları oluşturduğu ve farklı kimliklerin bir tanınma talebi olarak siyasete yansıdığı bir dünyada yaşıyoruz. Günümüzde bireyin hak ile özgürlükleri, farklılıkların tanınmasını ve bunların bir ayrımcılık nedeni olmasının önlenmesini de kapsıyor. Yeni anayasa Türkiye’ye çok kültürlü, farklılıkların tanındığı ve korunduğu, her bireye farklılıkları kabul edilerek eşit davranıldığı bir toplum modeli getirebilecek mi? Aynı zamanda yeni anayasa, bu farklılıkları ortak bir kimlik çevresinde birleştirebilecek mi? Bir birlikte yaşama çerçevesi oluşturabilecek mi? Böyle bir çerçeve ancak farklı kültürel grupların kendi değerlerinin mevcut devlet sistemi içinde yaşama geçirebileceğine inanmasıyla sağlanabilir. Başka bir deyişle, yeni anayasa toplumu çok sesli fakat uyum içinde çalan bir orkestraya dönüştürebilecek mi?

Özgürlükçü ve demokratik bir anayasa için ikinci temel koşul da şu: Bugün siyasal iktidarın elinde büyük bir güç yoğunlaşması var. Oysa demokrasinin temeli güçler ayrılığı. Günümüzün demokrasi anlayışında, iktidarın yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında bölünmesi olarak tanımlanan klasik güçler ayrılığı, yeterli değil. İktidarın bunlar dışında, basınla ve sivil toplumla paylaşılması gerekli. Türkiye’de ise hem dikey, hem de yatay anlamda bir güç yoğunlaşması görüyoruz. Dikey güç yoğunlaşması ile iktidar devlet içindeki gücü kendinde topluyor. Yargıyı denetimi altına alıyor. Yasama yürütmenin bölümü olarak çalışıyor. Devlet bürokrasisi iktidarla bütünleşmiş durumda. Yatay güç yoğunlaşmasından ise basın ya “yandaş” ya da “sindirilmiş basın” konumuna getiriliyor. Otosansür egemen oluyor. Ekonomik, kültürel, bilimsel bütün kurumlar, iktidara bağlanmış durumda. Böyle bir ortamda gerçek bir demokrasiden söz edilemez. Yeni anayasa ile siyasal iktidar, demokrasiyi seçimle sınırlı gören çoğunlukçu demokrasi anlayışından çoğulcu demokrasiye ya da güç yoğunlaşmasından güç paylaşımına geçmeyi kabul edecek mi? Örneğin, kendi denetimi altında olmayan bağımsız bir yargının anayasal güvenceye kavuşturulmasını ya da kurumsal çoğulculuğun anayasada yer almasını veya yasamanın görevini sivil toplumu da katarak yerine getirmesini kabul edecek mi?

Uzlaşma Komisyonu’nda anayasanın temel hak ve özgürlükler bölümünün görüşülmesi henüz sona ermedi. Ancak, kişi hak ve özgürlükleri ile ilgili maddeler üzerindeki görüşmeler hemen hemen bitti. Sıra siyasal haklar ile ekonomik ve sosyal haklara geldi. Şimdiye dek yapılan görüşmeler ve yazılan madde taslakları, özgürlükçü demokratik bir anayasanın temel koşullarının gerçekleşmesi bakımından her zaman umut verici olmadı.

Örneğin, eşitlik, ayrımcılık yasağı ile ilgili madde görüşülürken, CHP ile BDP’nin “cinsel yönelim” ve “etnik köken”in ayrımcılık nedenleri arasında sayılması önerisine, AKP’den, MHP’den şiddetli itirazlar geldi. Bu iki partinin, “cinsel yönelim” ve “etnik köken” deyimlerini hiçbir şekilde metinde görmek istememesi bir uzlaşı olanağını ortadan kaldırdı. “Eşitlik” gibi çok temel bir maddede uzlaşı sağlanamaması iyi bir başlangıç olmadı.

Bu gibi örnekleri çoğaltmak olanaklı. Nitekim, düşünce ve ifade özgürlüğü maddesinde, CHP, düşüncenin açıklanmasına getirilecek sınırlamaların şiddete başvurma, nefret söylemi gibi istisnai ve somut nedenlere dayanmasını öngörürken, AKP ile MHP kamu düzeni, genel ahlak gibi geniş kapsamlı soyut sınırlama nedenleri öneriyor.

Aynı şekilde süreli ve süresiz yayımların toplatılması konusunda CHP toplatma kararını şiddet, çocukların cinsel sömürüsü, insan haklarına dayalı demokratik ve laik anayasal düzene açık saldırı gibi somut, istisnai nedenlere dayandırmayı önerirken, AKP ile MHP, genel ahlak, kamu düzeni gibi sınırlama nedenlerinin toplatma kararı için de geçerli olmasını savunuyor.

“Genel ahlak” deyiminin bir sınırlama nedeni olup olamayacağı, her temel hak ve özgürlük maddesinin görüşülmesinde ortaya çıkan bir sorun. CHP ve BDP ahlak anlayışının toplumdan topluma, bireyden bireye değişen çok öznel bir kavram olduğunu, kimsenin kendi ahlak anlayışını başkasına empoze etmemesi gerektiğini öne sürerken, AKP ile MHP, dinsel değerleri de içeren bir genel ahlak anlayışının sınırlama nedeni olarak kabul edilmesinde ısrarlı bir tutum sergiliyor.

Siyasal partilerin özgürlük anlayışlarından kaynaklanan bu farklılıklar yanında, ideolojilerden kaynaklananlar da anayasa yapım sürecine yansıyor.

Örneğin, din ve vicdan özgürlüğü maddesinde, AKP bir yandan CHP’nin laikliğin unsurlarını sıralayarak ona daha demokratik, daha yumuşak bir nitelik kazandırmayı amaçlayan “Devlet, işlem ve eylemlerinde bütün din ve inançlara karşı tarafsızdır; din, inanç ve kanaatlerin çeşitliliğine dayalı toplumsal çoğulculuğa saygı gösterir. Devlet farklı din ve inançlar ile inananlar ve inanmayanlar arasında karşılıklı saygı ve hoşgörünün yerleşmesi ve sürdürülmesi için gerekli önlemleri alır” şeklindeki önerisine karşı çıkarken, öte yandan, devletin temel düzeninin din kurallarına dayandırılmamasını öngören CHP-MHP önerisinin metinden çıkarılmasını istedi.

İdeolojik nedenlerle BDP’nin, ana dilde eğitim ya da ana dilin kullanılmasını öngören önerileri eğitim özgürlüğü dışındaki maddelere de sokmaya çalışması, bu maddelerin bloke olmasına yol açtı. Çocuk hakları maddesi de bu nedenle görüşülemedi ya da düşünceyi açıklama ve yaymaya ilişkin maddeye BDP, “tercih ettiği dilde” ibaresinin konulmasını isteyince, diğer üç parti bu konuda bir yasak bulunmadığını öne sürerek itiraz etti.

MHP’nin ise devleti korumaya yönelik tepkileri, temel hak ve özgürlüklere ilişkin her madde ortaya çıkıyor.

Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmaları üzerinde anlaşma olmayan cümleler ya da fıkralar parantez içine alınarak ilerliyor. Bazı parantezler kolaylıkla ortadan kaldırılabilir nitelikte olmasına karşın bazıları da temel görüş ayrılıklarından kaynaklanıyor. Temel hak ve özgürlükler bölümü bittikten sonra, parantezler ele alınacak ve bunların kaldırılması için görüşmeler yapılacak.

Halkın da katıldığı ve toplumsal beklentileri yanıtlamak durumunda olan yeni bir anayasa yazım sürecini keserek masadan kalkmanın önemli bir siyasal bedeli olduğu ortada. O nedenle siyasal partiler, aralarındaki görüş ayrılıklarını müzakere yoluyla gidererek bir uzlaşıya varmak zorunda. Anayasa yapım sürecine toplumun ilgisi arttıkça ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu üzerinde toplumun baskısı çoğaldıkça, siyasal partilerin bu süreci terk etmesi ya da başka bir süreç arayışı içine girmesi de güçleşecek.